Kurbağa Adası

Pencereye yürüdü. Cam uzun süredir temizlik görmediği için sarımsı lekelerle kaplıydı. Sanki biri üzerine kızartma yağı dökmüştü. Site duvarının ötesinden batıya, kanal yönüne baktı. Hava beklenmedik bir şekilde berraktı. Alçalmış güneş, gri bir denizde altın rengi bir dubaya benziyordu. Tekdüze binalar grilik içinde kayboluyor, uzaklarda, bir yangından sonra terk edilen, kısmen yıkılmış bir gökdelenin şehrin böğrüne saplanmış kırık bir mızrağı andıran silueti seçilebiliyordu. Çevresini saran yüz binlerce yapıyı düşündü. Batıda binalar, binalar ve kanal, kuzeyde uçsuz bucaksız binalardan sonra çöp dağları ve fırtınalı bir deniz, güneyde binalar ve deniz, doğuda kilometrelerce bina ve Boğaz. Kendini ilk defa yaşlı ve yorgun hissetti. Sanki şehir, binaları, sokakları, çöp tepeleri ve insanlarıyla o farkında olmadan çevresinde toplanmış, üzerine doğru yavaş ama inatla yürüyordu.”

Kurbağa Adası, adım adım yaklaşan bir felaketin ve bu felaketin tam ortasında kalan bir ailenin romanı. Büyük İstanbul Depremi’nin çoktan yaşandığı,sıcaklıkların dayanılamayacak derecelere ulaştığı, kum fırtınalarının yapılan kanalla bir adaya dönüşen şehri mütemadiyen kamçıladığı ve demografik yapının bütünüyle değiştiği bir gelecekte geçen baş döndürücü bir İstanbul distopyası.